Ana Menü

Top Meşin, Sevdamız Peşin

Başlatan CR7, Mayıs 04, 2012, 19:40:21

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

CR7

Hangi takımı tuttuğunu gururla bir çırpıda söylersin de, neden sorusuna mantıklı bir cevap vermek imkansızdır bizim buralarda.



Neden her sezon başlarken Şampiyonlar Ligi'nde finale kalma ihtimali hemen hemen hiç olmayan; belki de hiç olmayacak olan bir takımı tutarız küçüklüğümüzden beri... Neden dünyanın en iyi futbolcusu ödülüne aday gösterilemeyecek yeni transferimizi havaalanında karşılamaya gideriz düğün dernek eşliğinde... Neden oyunun kaderini değiştirebilecek futbolcular varken dünyanın dört bir yanında; kaderimiz olan futbolcularla yetinir...

Mesela Henry gibi yumuşak bir şekilde önüne aldığı topu şık bir plase ile ters açıya gönderemez bizim takımın forveti. Ya da İbrahimovic gibi bir fiziğe sahip olmasına rağmen kendisinden beklenmeyecek ince çalımlar ile şaşkına çevirmiyordur milyonları. Van Persie gibi attığı gollerle tüm takımı sırtlayamaz, -takım oyunu bu ya- ileride tek başına kaldı bahanesi geçerlidir çünkü bu topraklarda. Derbilerin futbolcular üzerindeki psikolojisi de farklı olur bizim memlekette, ezeli rakibimizin sahasında ortaya koyduğu futbolu iki golle süsledikten sonra rakip taraftarlar tarafından alkışlanabilecek bir Ronaldinho'muz yoktur. Öte yandan bir Adebayor da değildir bize gelen forvetler; takıma adapte olamadılar mı gol atmalarını beklememek gerektiğini öğrenmişizdir.

Bizim forvetler ne Ronaldo gibi yoktan var ediyordur golü; ne Drogba gibi taştan çıkarıyordur ekmeğini; ne de Messi gibi hangi mevkiye konulursa konulsun şiir yazıyordur. Düz yazıyı tercih eder zaten bizim forvetler, bir de ağızlarının içine yapılan ortaları.  Aksi gibi o ağız içi ortaları yapan Van der Vaart gibi adamlara da nadiren denk geliriz bizim sahalarda. Tek hareketiyle karşı takım futbolcusunu oyundan, hatta bazen hayattan, eksilten Iniesta gibi bir futbolcunun tuttuğumuz takımda olması nasıl bir histir bilmeyiz biz.  Sneijder gibi oyun zekası kitabının, top dağıtma tekniği bölümünü yazan bir dahiyi de görmek zordur her hafta gittiğimiz maçlarda. Xabi Alanso gibi alan daraltarak kaptığı topu istediği koordinatlara gönderebileni de, ne iş olsa yapan Schweinsteiger tarzındaki joker adamları da. Orta sahanın tapusunu üzerine almış Giggs gibi bir efsanemiz, Scholes gibi oyundan kopamayan bir çınarımız, Zanetti gibi bir disiplin abidemiz ya da takımının forması üstüne yapışmış Totti ayarında bir savaşçımız da yoktur. Çünkü ne de olsa bizim ülkede futbolun yaşı vardır.

Nedense hep bir sıkıntı vardır bizim takımın orta sahasında, gerçi bu sorunların çoğu defansın ya da kalecinin hanesine yazılır.  Sergio Ramos gibi defansta sapasağlam duran adam bulmak da zordur; John Terry gibi skandalların ortasında dim dik ayakta kalmasını da başaran da. Ne samba dünyasından geldiği halde yere bu kadar sağlam basan bir Thiago Silva'dır beklentimiz; ne de defans oyuncumuzun Vermaelen'in attığı gibi bir plase gol ile bizi keyfilendirmesi. Mesela bizim maçlar hep daha heyecanlı geçer, takımda dünyanın en pahalı defansı Ferdinand ya da Ballon D'or ile ödüllendirilmiş bir Cannavaro olmayınca. Defansa Puyol ayarında bir lider de koyamayınca "Aziz" Casillas gibi maç kazandıracak bir kaleciye ihtiyacımız olur ki; bizim ülkenin topraklarında kaleci yetiştirmek de meşakatli iştir.

Mesela kaleciyi kaleci yapanın tecrübe olduğuna inanırız da, genç kalecilere forma şansı tanımadan nasıl tecrübe kazandıracağımız konusuna bir açıklık getiremeyiz. Uzun yıllar ıslıklanan Valdes'den vazgeçmeyen teknik adamın sırrını da çözemeyiz. Zaten bizim buralarda Guardiola'nın kariyerinin başından beri talip olduğu 16 kupanın 13'ünü kazanmasına mucize; Mourinho'nun ne olursa olsun kazanmayı başaran bir takım yaratmasının nedenine "elindeki kadronun kalitesi" derler. Her iyi futbolcudan iyi teknik adam olmayacağını acı da olsa öğrenmişizdir de, yine de futbol oynamamış adamdan teknik direktör olmaz diye diretir, şansımızı önce eski futbolcularla dener, sonra takımı yurtdışından getirdiğimiz teknik adamlara emanet ederiz. Hep önümüzdeki maçlara bakarız biz, bakarız da; o maçlarda bizi başarıya taşımak için sistem kurmaya çalışan teknik adamlarımıza fazla tahammül etmeyi beceremeyiz. Hem beceremeyiz, hem de "Bizde neden Ferguson gibi yıllardır takımın başında sayısız başarıya imza atan bir teknik adam yok" diye söyleniriz.  İşte bu yüzden bizim takımda başarılar hep gelir geçer, yönetimlerin asaleti (!) bize yeter.

Biz çuval çuval paralar vererek getirdiğimiz yaşını almış futbolcuların, ikinci baharlarını değil sahada gezinmelerini izlemeye alışığızdır. Gerçi bizim takım alt yapıya önem verir, seçim dönemlerinde, televizyon programlarında, ha bir de gazete köşelerinde. Genç nüfusu ile göz dolduran ülkemin çocuklarının en büyük başarısı mahalledeki teneke kupalardır. Aralarından sıyrılan şanslı birkaç genç yeteneğin ufku ise, abilerinin onlara anlattıklarından ibarettir. La Masia bizim için uzaklarda bir Katalan restorantıdır.

Ama biliyor musunuz, biz yine de severiz işte. Bize takımını miras bırakan babamız için severiz; o iki rengi severiz, renkdaşlarımızı severiz; tarihe geçmiş efsane futbolcuları severiz; elimizdekiler ile yetinmeyi severiz; arabesk ruhumuza hitap etmesini severiz; kötü gün dostu olmayı severiz, şerefli mağlubiyetleri, "yenildik ama ezilmedikleri" severiz, kötü oynasak da kazanabilmeyi severiz, bizim taraftaki kaleye atılan golleri hatta gol zannettiğimiz için boş yere sevindiğimiz pozisyonları severiz, söylemeye utandığımız totemlerimizin olmasını severiz, takımın kazanmasında rol oynadığımıza inanmayı severiz; birgün birileri çıkar da makus talihimizi değiştirir diye umut etmeyi severiz; girişlerin zor, çıkışların daha da zor olduğu stadları mabed olarak görmeyi severiz; mabedimizin bulunduğu semtin çocukları olmayı severiz, hiç tanımadığımız insanlarla deplasman otobüsünde geçirdiğimiz uzun saatleri severiz; maç gününün tamamını takımımıza adamayı severiz; kendimizi takımımıza adamayı severiz.

Son galibiyetten sonra yıkamadığımız formanın kokusunu severiz, stadın önündeki dayanılmaz köfte kokusunu severiz, yenilsek de yensek de maç çıkışı aynı çorbacıya gitmeyi severiz, şampiyonluğun ezeli rakibimizin son maçtaki puan kaybı ile gelmesini severiz, her maça ait bir atkımız olmasını severiz, anısı olan maçların biletlerini biriktirmeyi severiz, teknik adamın kimi oynatması, kimi yedek oturtması gerektiğini tartışmayı severiz, kaybedeceğimizi bildiğimiz zamanlarda bile iddiaya girmeyi severiz, yurtdışından gelen futbolcuların çat pat Türkçe konuşmasını severiz, golden sonra tribüne koşan ve belki de sezon ortasında bizi bırakıp gidecek olan tanımadığımız o adamı severiz; taraf olmayı severiz; taraftar olmayı severiz; o maç var ya hani o maç, işte sırf o maçta bize yaşatılanları severiz. Yani aslında bizim buralarda biz, bir takımı severiz, çok severiz; hem de karşılıksız severiz de neden severiz, onu tam olarak bilemeyiz.

İşte o yüzden, hiç sevmediysen bu hayatta nedensiz; boşuna bahsetme bana Manchester United'ın sanayi devrimine uzanan taraftarlık kültüründen, Arap sermayesinin esaretindeki PSG'nin transferlerine forma imzalatan taraftarlarından, Bayern Münih'in devahasa stadyumları her daim doldurmasından, Inter ve Milan'ın taraftarlarının tribünlerdeki koreografi atışmalarından ya da Barcelona ve Real Madrid'in başarılarıyla orantısız taraftar coşkusundan... Ve sorma bana neden diye?
Bizimkisi aşk... 
Nedeni olmaz.

Pınar Bekbölet
https://twitter.com/#!/P_Bekbolet
artık iddaa tahminleri de var
"Tanrı her şeyi görür. Kimse hakkında kötü düşünmeyin" LeBron James
(Cavs'in 55 sayı fark yediği LaL-Cavs maçı sonrası)