Ana Menü

Hayat Dersi

Başlatan eyup1903, Ocak 12, 2007, 12:36:06

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

eyup1903

ÖLÜMÜM SIRASINDA AZRAİLLE KONUŞTUKLARIM
Size bugün kendi başımdan geçen bir hikayeyi anlatacağım.
Yaklaşık bir ay kadar önce oldu bu.
İçimden geldi anlatmak.
Ben de anlatıyorum işte.


Birazdan birkaç cümle söyleyeceğim size.
Altını çizin onların.
Çok dikkat edin yani.
Ne demek istediğimi anlamaya çalışın.
Söylüyorum bakın!
Bir...
İki...
Üç...
"Siz şu anda beni dinleyebildiğinize göre benimle aynı yerde olmalısınız.
Şayet benimle aynı yerde değilseniz hemen gerekeni yapmaya başlayın.
Tedbirinizi iş işten geçmeden alın.
Geçmiş yağmura kepenek tutmayın.
Faydası olmuyor.
Ben kendimden biliyorum..."
...
Ne demek istediğimi tam anlamadınız sanırım.
Anlatacaklarım bitince bir kere daha tekrarlayacağım aynı cümleleri.
O zaman anlayacaksınız ne demek istediğimi ve maalesef ürpereceksiniz.
Benden söylemesi!
...
Neyse, bana verilen mola bitmek üzere.
Fazla uzatmadan sadede geleyim.
Yaklaşık bir ay kadar önceydi.
Sabah kalktım her zamanki gibi.
Yüzümü falan yıkadım, esnedim birkaç kere!
Güzelce kahvaltımı yaptım.
Peynir, zeytin, yumurta...
Her şey vardı Allah'a şükür.
Sonra giyinip hazırlandım.
Yürüyerek servise yetiştim ve işe gittim.
Diğer günlerden zırnık bile farkı yok.
Klasik bir gün...
Diğerleri gibi...
Sıradan bir başlangıç...
...
Nöbetçi olur bizim işyerinde vardiyalı çalışan.
Ondan öğrendiğime göre, geceden ek bir problem çıkmamış sistemlerde.
Sevindim tabi bu habere.
Bir teknik elemanın en sevdiği şey arızasız geçen bir gündür malumunuz.
Bir önceki günden devam eden 2 tane sistem arızası vardı zaten.
Gerçi çok önemli tipten değillerdi ama halledilmeleri gerekiyordu nihayetinde.
Bizim bir de cihaz odamız vardır siz bilmezsiniz.
Oradaki klimalar da bir türlü düzen tutmadı nedense.
Hem de ta kurulduğu günden beri!
...
O gün de firmanın birinden teknik eleman gelecekti.
Onunla da ilgilenmem lazımdı.
Velhasıl iş çoktu o gün.
Akşamı nasıl ederim diye bazen kara kara bazen de yeşil yeşil düşünüyordum.
Sadece o gün değil, o haftanın tamamı yoğun geçecekti benim için.
Sezon da başlar o vakitlerde bizim oralarda.
Bilirsiniz hepiniz.
Beklentiler de epey yüksekti bu sene.
Gazete ve televizyonlardan takip edenleriniz bilir.
Gerçi hep masa başı haber uydururlar ama nadiren de olsa doğru şeyler yazdıklarına ben şahidim.
...
Neyse fazla uzatmayalım...
İş yerindeki odama gittim ve kapıyı kapadım.
Koridordan ikide bir geçip duranlar konsantrasyonumu dumura uğratıyorlar çünkü.
Sessiz sakin olmak varken neme lazım değil mi?
Bilgisayarımı da açtım ve maillerimi kontrol etmeye başladım.
Bir an önce bitirmeliyim ki işimin başına gidebileyim.
Bu arada nöbetçi arkadaşlar da çaylarını bitirirler.
Beraber bir iş bölümü yaparız.
Aşağı yukarı belli zaten yapılacak işler.
Paniğe gerek yok yani.
...
Birden kapı çaldı.
İşi gücü olmayıp da sadece çene çalmaya gelen bir misafir olmasa bari.
Çaycıyı da aramamıştım ki bana çay getirsinler.
Ama neyse bakalım!
Öğreniriz kim olduğunu sabah sabah.
Girin demeye bile fırsat kalmadan kapıyı açtı ve içeri girdi.
Kim mi?
Ne bileyim ben?
Hemen de kapıyı kapadı içerden.
Aman Allah'ım!
O da ne!?
Bu şey de ne?
Şey diyorum çünkü tanımlayamadım bir türlü.
Kadın desen değil, erkek desen hiç değil.
Turist belki!
Bir çirkinlik abidesi mübarek!
Gerçi Allah yaratmış ama.
Yaradılanı sevmem lazım yaradanından ötürü ama...
Gel gelelim...
Bırak sevmeyi bakamadım bile suratına.
Kesin 10 gün rüyalarımın baş rol oyuncusu olur diye geçirdim içimden.
Ona "Kimsiniz?" diye sormama bile fırsat kalmadan:
"Hadi kalk gidiyoruz!" dedi...
Hoppala!
Nereye gidiyoruz?
Ne gitmesi?
Daha yeni geldik kardeşim!
Daha mesai yeni başladı.
Hem benim amirim değil, müdürüm değil.
Türkçe konuşmuştu.
Hayret!
Öyle bir yaratığın benim anlayabileceğim tarzda sesler çıkarması ilginç geldi bana.
Çok şaşırdım ama bozuntuya vermedim.
Bağırsam olurdu aslında o zaman!
Ama çevremdeki hali hazır itibarım da gider, karizmayı temelden çizdirirdim.
Gayri ihtiyari:
"Sizi ilk kez görüyorum.
Kimsiniz?" dedim.
Odama yanlışlıkla girmiş olsa ya da başka bir ofisi sorup da çekip gitse bari...
Beni bir tanıdığına benzetmesin de!
Panik halime şaşırmamıştı.
Alışkın gibiydi sanki bu tür şeylere.
Konuşmaya başladı.
Nefes almadan dinledim ben de:
"Ruhunu bedeninden söküp almak için görevlendirilen meleğim ben!
Nam-ı diğer Azrail!
Cehennem habercisi!"
Ne diyordu bu ya!
Azrail mi?
Bunca işimin gücümün arasında bir de bu ha!
Ajandamdaki randevularımın arasında ölüm meleği yoktu ki bugün.
Zaman uygun değildi.
Uygun bir vakit var sanki de!
Şok olmuştum adeta.
Ama oyun olduğunu düşündüm hemen.
Ya da öyle düşünmek istedim kim bilir?
Hemen ciddiyetimi takınarak dedim ki:
"Benim işim var gücüm var kardeşim.
Kamera şakası bile olsa hoş karşılayabilecek durumda değilim.
Dalganın sırası değil şimdi.
Lütfen odamı terk edin.
Yoksa güvenliği çağırırım!"
Gerçi siz bilmiyorsunuz ama bizim iş yerinde güvenlik çok önemlidir.
Her yerde polis de var güvenlik görevlisi de.
"Çağırsan ne olur?
Beni sadece sen görüyorsun ki!" dedi bana.
Onu sadece ben mi görüyorum?
Nasıl olurdu ki böyle bir şey?
"Dalga geçme!
İşim gücüm var benim.
Seninle uğraşamam!" dedim demesine ama kalbim kaç atmaya başladı bilmiyorum.
Ölümü hiç bu kadar yakın hissetmemiştim kendime.
Bir yandan takma kafana Azrail değildir diyorum ama...
Bu kılıktaki bir şeyin de bana haber verilmeden buraya kadar gelmesi imkansız ki!
Benim çalıştığım yerde 6 ayrı güvenlik sistemi vardır birbirinden bağımsız.
Bana ulaşıncaya kadar da iki kontrol noktasından geçmesi lazım.
Eyvaaah!
Ya gerçekse!
Ya gerçekten Azrail'se gelen?
Canımı alacaksa?
Bittim ben, bittim!
Mum gibi mi eririm yoksa su gibi mi buharlaşırım bilmem artık.
O an kendime aynada bakmak isterdim doğrusu!
Pancar gibi kıpkırmızı mıydım yoksa patlıcan gibi mosmor mu?
Belki de hepsi.
Tüm renklere sırayla girip çıkıyordum herhalde.
...
Savsakladığım namazlarım geldi aklıma!
Namaz kılarken az mı problem çözmüştüm ben?
Ahirette buruşturulup yüzüme çarpılacağı kesin gibi olan oruçlarım da geldi ardı sıra...
Orucu sadece yemeden ve içmeden uzak kalmak olarak anlamıştım çoğu kez.
Ufacık dünya menfaatleri için teptiğim Allah'ın emirleri geçti gözümün önünden bir bir...
Eti için kesilen bülbül, tahtası için yakılan saz gibi...
Gayri ihtiyari:
"Mesai saatleri içinde olmaz!" deyiverdim Azrail'e.
Sanki benden bitecek bir işi varmış gibi...
"Neden?" dedi gülümseyerek.
"Şu an hazır değilim!"
"Neye hazır değilsin?"
"Kabirde ve öbür alemde başıma geleceklere!"
"Ama senin son kullanma tarihin bugün son.." dedi bana.
Cebinden bir liste çıkardı ve bana gösterdi.
Ölüm tarihim o gündü.
Saat 08:57'de.
Duvardaki saate baktım hemen.
Evet, saat tam 08.57 idi.
Eyvah ki ne eyvah!
Her şey bir anda anlamını yitirdi.
Bomboş oldu her yer...
Etrafım tek renk oldu sanki birdenbire.
Çevremdeki tüm eşyalar soluklaştı.
Renkleri birbirine girdi.
Ayırt edilemez oldular.
Bulandı görüntüleri.
Sanki zaten birer hayaldiler de ben şimdi fark etmeye başlamıştım.
Ne sevdiklerim kaldı anlamını yitirmeyen ne de sevmediklerim!
Ne işlerim kaldı önemli ne de malım mülküm!
"Hem sana yeterince vakit verilmedi mi?" dedi bana.
"İnan ki, bu yaşta öleceğim hiç aklıma gelmemişti." dedim.
"Neden?"
"Gencim daha!
Ciddi bir sağlık problemim de yok.
Dişimde birkaç çürük var dolgu yapılması gereken.
Bir de bazen yemeklerden sonra midemden şikayetim oluyor.
Kullanılan yağlardan sanırım o da!
Ama bunlar ölüm sebebi olmamalı.
Uyuşturucu muyuşturucu gibi kötü alışkanlıklarım da yok.
Turp gibiyim ben evelallah!" dedim.
Sırada başkaları olmalıydı ölüm sırası bana gelene kadar.
Türkiye'yi bırak dünyada binlerce hastane var mesela.
Can çekişen, kolunda serumla tuvalete gidip gelen, yaşaması cihazlara bağlı binlerce insan var.
Tedaviye cevap vermeyen vakalar var.
Onlar olmalıydı sırada.
Bana gelmemesi lazımdı ruh teslim etme sırasının.
"Senin yolun mezarlığa hiç düşmüyor herhalde!" dedi bana bu seferde.
Sanki içimden geçenleri okuyormuş gibi.
"Ya da hastanelerin acil servislerine...
Morglara!" diye devam etti.
"Oradakilerin hepsinin teni buruşuk mu?
Yaşları ülke ortalamasını geçti diye mi ölmüşler?
Aralarında hiç genç yok mu?
Bırak gençleri, bebek bile var bir sürü ruhunu teslim etmiş!"
"Değil de yani!..." diyebildim kısık bir sesle.
Ne diyebilirdim ki?
Ne yapabilirdim ki?
"Bana 1-2 ay kadar daha süre tanısan?" dedim dilekçe verir gibi.
"Bu kadar kısa bir sürede ne yapabilirsin ki?
Onlarca yılını heba etmiş biri olarak?"
"İbadet borçlarımı öderdim..." dedim.
"Kaza üstüne kaza ederdim namazlarımı deliler gibi...
Kalplerini kırdıklarımdan, üzerimde hakkı olanlardan helallik dilerdim.
Dünyanın öbür ucunda olsalar, taşların altına saklansalar gene de bulurdum onları!
Her şeyimi verir, haklarını helal ettirirdim.
Don gömlek kalma pahasına bile olsa!
Üzerimde zırnık kul hakkı kalmasın diye...
Hem... hem daha vasiyetimi bile yazmadım ben!"
"Yeterince vaktin vardı!
Yapsaydın!
Yazsaydın!
Neden düşünmedin?
Engel mi oldular sana?"
"Hiç ölmeyeceğimi sanmıştım.
Ölmek aklıma hiç gelmiyordu.
Sözlüğümde yoktu.
Hep başkaları ölüyordu.
Mahallemizin imamı hep başkalarının selaları okunuyordu minarelerden.
Ben muaftım sanki ölümden.
Meğer bu iş parayla değil, sıraylaymış.
Yaşa değil, vadenin dolup dolmamasına bakıyormuş."
Gülümsedi.
Kim bilir daha önceden kaç kişiyle karşılaşmıştı son bir şans daha isteyen?
"Bir sene önceden haberin olsaydı geleceğimden, neler yapardın?" diye sordu bana.
"Kalan zamanımı çok iyi değerlendirirdim!" dedim umutla.
Belki bir şans daha verir ümidiyle...
"Hadi be sen de!" dedi kızgın bir ses tonuyla.
"Kimi kandırıyorsun?
İlk 2 gün iyi giderdin.
Namaz-niyaz ful çekerdin.
Sonra dönerdin gene eski haline.
Bir de bahane bulurdun kendine.
Her şey yine eski hamam eski tas olurdu.
Bir rüyaydı o derdin sana verdiğim habere.
Kendini avutmak için..."
...
Tecrübe konuşuyordu.
Doğruydu dedikleri.
Kaç kere tövbe etmiştim günahlarımdan.
Bir daha işlemeyeceğim diye.
Ama ne olmuştu her seferinde?
Haklıydı!
Kaç kere hastalık geçirmiş, ciddi kazalar atlatmıştım...
Bunların hepsi birer haberdi aslında.
İkazdı!
Ama üzerimdeki etkisi çoğu zaman 2 gün bile sürmemişti...
Şimdi kafamı taşlara vurmaya bile vaktim yoktu artık!...
...
Bu arada cep telefonum çaldı.
Başmüdür arıyordu.
5 oda öteden.
Bizim oradaki en etkili ve yetkili kişidir O!
Önemli bir arıza varmış, trafiği durduran.
Acil gitmemi istedi.
Deminden beri odamdaki telefonu çaldırıyormuş fakat ben açmıyormuşum.
Telefonun sesini hiç duymadım desem inanır mısınız?
Nasıl duyayım ki?
Azrail gelmiş yanıma!
Telefon benim neyime?
Zaten cep telefonuna da gayri ihtiyari baktım.
Onu da sanırım titreşiminden fark ettim.
Yoksa onun da sesini duymadım inanın.
Her şey önemini kaybetmişti ki benim için:
Para, pul, mevki, kadın, nefs...
Her şey sıfırla çarpılmıştı.
Can derdindeydim ben.
Bunun üzerine bir de...
baş da olsa arka da olsa müdürle veya başka bir şeyle falan uğraşacak durumda değildim.
"Bırak bu fani işleri" deyip kapadım telefonu suratına en büyük müdürün...
Eğer yaşamaya devam edersem bunun hesabını veremezdim.
Savunma üstüne savunma, soruşturma üstüne soruşturma...
Kim bilir soluğu nerde alırdım?
Ama şimdi hiç birinin zerre kadar bile önemi yok artık!
...
Baktım gülümsüyordu Azrail.
Demek alışkındı benim gibi jetonu iş işten geçtikten sonra düşenlerin panik hallerine.
Ben de güldüm gayri ihtiyari...
Neye güldüysem?
Ağlamayı bile beğenmemem lazımken!...
"En iyi savunma saldırıdır" taktiğine geçtim hemen!
Sanki binlerce yıldır milyarlarca görevi yüzünün akıyla tamamlamış Azrail'i kandıracağım?
"Hem sen, Azrail de olsan, can almakla da görevli olsan, nihayetinde bir melek değil misin?
Ne bu surat?
Korku filmindeki yaratıklar gibi!
Allah seni nurdan yaratmamış mıydı?"
Ben Azrail olsam da, canını alacağım sıradaki kişi bana böyle dese...
elimin tersiyle bir vururdum ona, görürdü gününü.
Sana ne oğlum meleğin yakışıklılığından çirkinliğinden?
İstemeye mi gitceksin?
Tövbe estağfurullah!
Melek değil mi nihayetinde!
Olgun davrandı gene.
Hiçbir mecburiyeti olmamasına rağmen bana açıklamalarda bulundu.
Belki de son arzumu yerine getiriyordu idamlık mahkumlar gibi.
"Nurdan yaratılmasına nurdan yaratıldım.
Bu arada laf aramızda, güzelliğim dillere destandır." dedi gülümseyerek...
"Hiç de öyle görünmüyorsun ama!" dedim.
Notr Damın Kamburu bile sana on beş çeker."
"Orası öyle!" dedi çirkinliğini kabul ederek.
Haklı çıkmanın gururunu yaşıyordum...
Bana ne faydası olacaksa!
"Ben de surat çok!" dedi.
"Ama sor bakalım senin yanına neden bu suratımla geldim?
Utanma sor, sor!"
"Neden bu suratla geldin yanıma?" diye sordum biraz mahcup bir tavırla.
"İnsanın ameli güzelse ona güzel görünürüm ben.
Hayatını Allah'ın rızasına göre dizayn etmeyenlere de çirkin görünürüm.
Şimdi sana göründüğüm gibi!
Ben senin aynanım şu anda.
Kalp gözü açık olanlar, yüzüne baksalardı seni böyle görürlerdi!"
O anda içimde bulunduğum durumu nasıl ifade edebilirim?
Ne bir kelime, ne bir tamlama, ne bir deyim ne de bir ata sözü...
Hiç bir şey bulamadım halimi özetleyecek.
"Desene EYVAH!" diye geçirdim içimden.
Kafasını salladı.
Anladığı belliydi ne demek istediğimi.
Belki de düşüncelerimi okuyabiliyordu.
Ne de olsa bir melek değil miydi?
"Eyvah ki ne eyvah!" dedi bana üst dişleriyle alt dudağını ısırarak.
"Birazdan kabirde başına neler gelecek biliyor musun?
Karşılama mahiyetinde?
Ön sıcaklardan!"
...
Sıcak mı dedi?
Acaba cehennem anlamında mı kullanmıştı sıcak kelimesini?
Vücudumun komple titrediğini hissettim.
Hiçbir hücrem nasipsiz kalmadı bu sarsıntıdan!
"Pek hayra alamet değil şu anki verilerim." dedim.
Görünen köyün kılavuz istemesini hiç bu kadar istediğimi hatırlamıyorum.
Başladı bana artık uygulama imkanım kalmayan tavsiyelerine.
"Okusaydın Allah'ın kitabından!
Resulünün sünnetinden!...
İşin ciddiyetini kavrasaydın, uykuyu haram ederdin gözlerine!...
Neden okumadın?...
Bir arkadaşından geldiği halde yılardır hiç okumadığın bir mektubun var mı?
Ya da açmadığın bir dost maili?
Madem Allah'ın kitabının kapağını açmadın...
Bük boynunu ve sus!"
"Dünya meşgalesi..." deyiverdim.
"Geçim derdi...
Para, mevki, nefs, kadın...
Çepeçevre kuşattılar beni, kıramadım çemberi, hapsoldum balonların içine!"
"Halbuki dünyada kalma süren ne kadar azdı oran olarak!" dedi bana.
"Bunu da biliyordun üstelik!
Birazdan gideceğin hayat ise ebedi!
Nasıl olur da senin gibi akıllı geçinen bir adam okyanusu unutur da...
Bir bardak suya kanar ve orada boğulur?
...
(Haşa) Allah'ın yerine koy kendini!
Senin gibi bir kula müstehak değil mi azap?
Bunca akıl vermiş ilim vermiş sana!
Dininden seni haberdar etmiş..."
"Haklısın!
Dünya gözle görülüyor ama öbür dünya göz önünde değil!" dedim.
"Merak etme!
Biraz sonra ölünce, gaybın önündeki perdeler kalkacak!...
Kuran'da ve hadislerde anlatılıyor bunlar.
Sen de okudun hem!
Üstelik başkalarını uyaran yazılar da yazdın.
Muhtelif yerlerde anlattın bile!
Neden o zaman bu gafletteki ısrarın?"
Evet, haklıydı!
Başkalarına nasihat verirken kendimi unutmuştum...
"Allah da din günü seni unutur o zaman!" dedi kulağımı çınlatırcasına.
"Bir yandan ele öğüt verirken diğer yandan da kırmadık söğüt bırakmadın ortalıkta!"
Maalesef bu konuda da haklıydı.
Kendim düşmüştüm ve ağlamaya hakkım yoktu.
Birden deminden beri sabit durduğu yerden hareket ederek bana doğru yöneldi.
Kalbim daha da fazla atmaya başladı.
"Kendin ettin kendin buldun!" dedi.
Sonun da sonuna gelmişti film artık.
"Hadi artık gidiyoruz!
Fazla oyalama beni.
Senden sonra çok ****** var sırada!
Yalnız değilsin!"
...
Çoktan gelmişti bile yanıma.
Kolumdan yakalaması zor olmadı.
Kurtulmak için çırpındım ama sadece ben yoruldum.
Onun haberi bile olmadı benim zorlamalarımdan.
"Bırak çekiştirmeyi ya!
Nereye gidiyoruz?" dedim panik içinde.
...
Pikniğe gitmiyorduk herhalde.
Bu aslında bir soru değildi.
Bırak beni anlamındaydı...
Ama önemi yoktu ki hiç.
"Allah'ın sana hazırladığı azabı tatmaya gidiyoruz." dedi.
Azap mı?
Hani Kur'an'da bahsi geçen azap!
Ad kavminin, Semud kavminin başına gelen türden hani.
Kendimi azaba yakın hissetmek, ölüme yakın hissetmekten daha zormuş meğer.
Hiçbir fidyecinin, hiçbir torpilin, çekin, senedin geçmediği bir yere gidiyordum.
Mutlak adalet vardı orda.
"Doğru adrese geldiğinden emin misin?" dedim.
Sanki meleğin hata yapması gibi bir ihtimal varmış gibi.
"Benim adımda çok insan var da, hani o bakımdan!" diye de açıklama yaptım aklımca.
"Adın gibi eminim." dedi.
"Zaten nokta tarifler var elimde.
Iskalamam mümkün değil!"
...
"Son bir şey daha soracağım:" dedim.
Zaman kazanmaktı sanırım amacım.
"Allah'ın rızasına uygun olsaydı yaşamım, nasıl olacaktı ölümüm?
Nasıl bir diyalog geçecekti aramızda?"
...
Gülümsedi ve şöyle dedi:
"Ben senin canını almaya gelince yüzümdeki güzelliği görünce hayrete düşecektin.
Aman Allah'ım! Bu ne güzellik, diyecektin.
Rüyada mıyım ben diye düşünecektin.
Çünkü o zaman cennet müjdecisi olacaktım sana.
Şimdiki gibi cehennem habercisi değil!
Seni Rabbine götürmeye geldiğimi söyleyecektim.
Sen korkuyla karışık:
Rabbim benden razı değilse, diyecektin.
Ben de yüzümdeki güzelliği hatırlatıp korkmana gerek olmadığını söyleyecektim.
İçini bir huzur kaplayacaktı."
...
İçim öyle bir burkuldu ki...
İçimdeki boşluk öylesine büyüdü ki...
Sonuncusu olmamasını temenni ederek derin bir nefes aldım ve:
"Keşke hayatımı yeniden yaşayabilme imkanım olsaydı..." dedim boynu bükük bir şekilde.
"Geçmiş olsun!..." dedi.
Sür eşeğini Niğde'ye demedi ama ben duymuş gibi oldum.
"İş işten geçti.
Harç bitti, yapı paydos oldu." dedi bana.
"Neyse!" diyerek devam etti anlatmaya:
"Ailen ve sevdiklerin aklına gelecekti bir bir...
Ama onların da zamanı gelince dünyadaki rollerinin bir gün son bulacağını ve...
Yanına geleceklerini hatırlayınca rahatlayacaktın...
Tereyağından kıl çeker gibi ayrılacaktı ruhun bedeninden...
Bulutların üstünde gibi, yumuşacık....
Haberin bile olmayacaktı.
Gül bahçesine girer gibi...
Tüm hücrelerinde hissedecektin mutluluğu...
Sanki ölmüyor da doğuyor gibi olacaktın."
...
Üzüntümü ve pişmanlığımı tarif etmemi istemeyin benden sakın?
Kelimelerin dar anlamlarıyla olmaz bu iş.
Yaşamak lazım o anı.
Dünyanın bütün dillerindeki ilgili kelime ve deyimleri toplayıp art arda yazsanız da yetmez.
Kaybedilen şey ebedi mutluluktu.
Maddi değeri de yoktu... sonu da.
Ama şimdi ne haldeydim?
...
Devam etti anlatmaya ve şöyle dedi sert bir ifadeyle:
"Ama şimdi çığlık atmayı bile beğenmeyeceksin çekeceğin acıdan!...
Saat de tam 08:57 oldu.
Bak konuşmaktan kelime-i şehadet bile getirmeyi unuttun..."
...
Sonrasını hatırlamıyorum.
Belki de hatırlamak istiyorum.
Azrail'in görevini yapmak için harekete geçtiğini hatırlıyorum sadece.
Gözümün önündeki perdeler açılmaya başlamıştı yavaş yavaş...
Gayb meğer ne yakınmış...
Keşke iş işten geçmiş olmasaydı...
Neler yapmazdım ki!
Artık hiçbir değeri yok "keşke"lerimin...
ÇARP SIFIRLA!
....
İşte böyle.
Bu olayın üzerinden bir ay geçti.
Bakın aranızdayım.
Ben anlatıyorum siz de dinliyorsunuz.
Hani konuşmamın başında ne demiştim?
Birkaç cümlenin altını çizmenizi söylemiştim.
Hatırlayanlarınız parmak kaldırsın.
Ne yani, kimse hatırlamıyor mu?
Son kez tekrar edeceğim.
Vaktim de doldu zaten.
Ne demiştim ben hikayemi anlatmaya başlarken?
"Siz şu anda beni dinleyebildiğinize göre benimle aynı yerde olmalısınız.
Yani ahirette!
Yani sizler de birer ölüsünüz benim gibi.
Öbür dünyadasınız!
Şayet benimle aynı yerde değilseniz...
Yani hala dünyadaysanız hemen gerekeni yapmaya başlayın.
Tedbirinizi iş işten geçmeden alın.
Geçmiş yağmura kepenek tutmanın faydası olmuyor.
Ben kendimden biliyorum...
Azrail'in size en güzel yüzüyle gelmesi temennisiyle..."

eyup1903

arkadaşlar yazmayı unuttum alıntıdır kusura bakmayın