Ana Menü

6.hafta :Anadolu hisarı

Başlatan Simurg, Aralık 09, 2007, 12:47:29

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Simurg

Anadoluhisarı

Beykoz sınırları içerisinde yer alan Anadoluhisarı semti Boğaziçi'nin Anadolu yakasındaki bir başka İstanbul incisidir.

--------------------------------------------------------------------------------

İsmini, Yıldırım Beyazıt'ın yaptırdığı ve tarihi kaynaklarda "Güzelcehisar" başta olmak üzere, "Akçahisar", "Güzelhisar", "Gözlücehisar", "Yenicehisar" ve "Akhisar" olarak karşımıza çıkan bir kaleden alan Anadoluhisarı semti, birbirinden muhteşem doğal güzellikleriyle ve sinesinde barındırdığı eşsiz tarihi eserleri ile birçok kıymetli sanatçıya ilham kaynağı olmuş eşsiz güzellikte bir semttir. Anadoluhisarı'na "Güzelcehisar" denmesinin sebebi, kalenin, boğaz suları üzerinde çevresine uygun olarak yükseliyor oluşudur.

Semte adını veren hisar, 1391 ya da 1399 tarihleri arasında yaptırılmıştır.
Bu hisarın varlık sebebi, Yıldırım Beyazıt'ın İstanbul kuşatmasıdır. Yıldırım Beyazıt, dönemin Bizans İmparatoru Manuel'den yılda on bin altın vergi sözü almış ve yine bu doğrultuda Bizans toprakları içerisinde bir cami inşa edilmesi, bir Türk mahallesi kurulması ve Müslümanların aralarındaki çözümsüzlükleri kendi inançları doğrultusunda karara bağlayabilecekleri bir kadının tayin edilmesi konularına hukuki birer statü kazandırmıştır. Ancak ne var ki on dördüncü yüzyılın son döneminde Doğu Türkistan Hakanı Timur'un Osmanlı Devleti'ne karşı aldığı saldırgan tutumu fırsat bilen Bizans idaresi Müslüman halkı kılıçtan geçirmiş ve anlaşma hükümlerini çiğnemiştir.

Bu olayların detaylı anlatımını Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde bulabilmek mümkündür. O sıralarda Yıldırım Beyazıt'ın sarayında esir tutulan Bizans İmparatoru Manuel kaçmayı başarmış ve Beyazıt'tan habersiz Bizans ordularının başına geçmiştir. İstanbul'un Osmanlı İmparatorluğu tarafından muhasarasında Müslümanlara yapılan bu eziyetin payının oldukça yüksek olduğu tarih kayıtlarında doğrulanan bir husustur. Yıldırım Beyazıt daha şiddetli bir baskı oluşturabilmek ve Boğaz'ı kontrol altında tutabilmek amacıyla "Güzelcehisar"ı yaptırmıştır. 1452 yılında İstanbul'un fethi çalışmaları sürerken Fatih Sultan Mehmed'in emriyle bu hisarın karşısına Rumelihisarı adında ikinci bir kale daha inşa ettirilecektir.


Anadoluhisarı, İstanbul Boğazı'nın Asya yakasında, Göksu deresinin Boğaz'a karıştığı dar alan üzerinde kurulmuştur. Anadoluhisarı, asıl kale, iç kale duvarı, dış kale duvarları ve üç kuleden müteşekkildir. Hisarın ana yapısını dikdörtgen şeklinde yüksek bir kule oluşturur. İç kale durumunda olan bu kuleyi bir duvar çevirir. Kule ile iç duvarları ikinci bir sur kuşatır. Çok kenarlı olan bu surun köşelerinde burçlar vardır. Sur dış kale vazifesi görür. Hisarın inşaatında kesme blok taşlardan başka, tuğla da kullanılmıştır. Fatih Sultan Mehmed Rumelihisarı'nı yaptırırken ayrıca Yıldırım Beyazıt'ın yaptırdığı Güzelcehisar'a üç kale burcu ilave ederek orayı tahkim ettirmiş ve bakımını yaptırmıştır. Çarşının içindeki denize bakan küçük ve sade bir yapı olan ancak bir o kadar da güzelliğiyle göz dolduran camiyi de yine Fatih Sultan Mehmet yaptırmıştır. Anadoluhisarı'nın içerisinde ayrıca III. Selim tarafından inşa ettirilmiş bir namazgah ve bir de nişangah bulunmaktadır. Anadoluhisarı Türk ve Osmanlı askeri mimarlığının en olgun örneklerinden sayılır.

Anadoluhisarı'nın yapımı ile ilgili olarak Meydan Larousse'da şu kayıtlar yer alır: "Kalenin çeşitli bölümleri çabuk ve basit usullerle fakat çok sağlam olarak yapılmıştır. Kalenin ana duvarları blok taşlardan örülmüştür, bazen tuğla da kullanılmıştır. Aynı teknik iç kale duvarlarında da görülür; ancak buradaki tuğla sıraları daha çoktur. Güneybatı kulesinin eteğinde düz tuğla sıraları arasında, balık kılçığı örgü biçiminde yapılmış iki sıra konmuştur, bu süs birkaç ayak kadar devam eder. Burada kullanılan tuğlaların boyutları çeşitlidir. Asıl kalenin yer katını örten tonozda ve batıda iç kale duvarının eteğindeki kemerlerde de tuğla kullanılmıştır, ancak bunlar bazı yazarların ileri sürdüğü gibi [yapının] bizans devrinde yapılmış eski bir kale üzerinde kurulduğunu göstermez. İlk osmanlı anıtları arasında buna benzer pekçok örnek vardır. Ayrıca yapının bir bizans kalesi üzerine kurulduğunu beliretecek hiçbir işaret de yoktur."


Anadoluhisarı Göksu deresinin denizi doldurması ile zamanla içeride kalmıştır. Kale kapısı ve dış duvarı yol genişletme çalışmalarında yıkılan Anadoluhisarı'nın Bizanslılar devrindeki isminin Neo Castrum (Yeni Kale) olduğu söylenmektedir. Bu isimlendirme, bazı tarihçilerin çok daha önceleri burada bir Bizans kalesinin bulunduğunu düşünmelerine yol açmıştır. Rumelihisarı ile birlikte bu hisarın vazifesi, İstanbul'un fethinde boğazın kontrolünü sağlamak olmuştur. Daha sonra uzun yıllar Boğazlar'da Türk hakimiyetini sağlamakta ve Karadeniz'den gelen tehlikelere karşı koymakta önemli rol oynamıştır. Zamanla askeri değerini yitiren Anadoluhisarı, Boğaziçi'nin manzarasına güzellik katan bir unsur haline gelmiştir.


İstanbul'daki en eski Türk yapısı olarak bilinen Anadoluhisarı, aynı zamanda en eski Türk mahallesi olma şerefini de taşımaktadır. Yerleşme sahası buradan kuzeye doğru kıyı boyunca, yamaçlara, Göksu'ya, daha güneyde Küçüksu ve Göksu çayırındaki sırtlara yayılır. Anadoluhisarı güneyinde Kandil, kuzeyinde Kanlıca ile bir yerleşme bütünü meydana getirir. Kanlıca'dan sonra gelen Anadoluhisarı yöresi; Beykoz ile Üsküdar arasında Anadolu Yakası'nın odak noktasını teşkil edecek şekilde ayrıcalıklı bir konumun sahibidir.


Anadoluhisarı'nın kalbi hiç şüphesiz ki dillere destan Göksu ve Küçüksu mesireleridir. Göksu ve Küçüksu mesireleri Osmanlı döneminde herkesin rağbet gösterdiği bir mesire yeri olan Kağıthane'nin, 1730 yılında gerçekleşen Patrona Halil İsyanı'ndaki hadiselere mekan teşkil etmesi hasebiyle, kapatılmasının ardından en gözde mesire yerleri arasında en üst sıraları alırlar.


Arif Sami Toker'in dizeleri Göksu'yu ne de güzel tanımlamaktadır:


Çek küreği güzelim uzanalım Göksuya
Gün inerken dönelim süzülelim Göksuya
Karşımda güzel Bebek bakarken dolgun aya
Su üstünde sekerek süzülelim Göksuya
Mavi bir cennet gibi uzanıyor Marmara
Bizde cennetten geçip uzanalım Göksuya


Bir mesire yeri olarak Göksu'dan söz ederken tarihsel olarak karşımıza iki türlü Göksu eğlencesi çıkmaktadır. Bunlardan birincisi Göksu deresi içerisinde yapılan sanatsal ve kültürel etkinlikler, ikincisi ise boğaz sefası olarak tarif edilen ve Göksu deresi dışına dek uzanan eğlencelerdir.

Göksu deresinin etrafındaki çimler üzerine yer sofraları kurulmakta ve geleneksel Türk tiyatrosunun en güzel örnekleri buralarda sergilenmekteydi. ortaoyunu başta olmak üzere burada gerçekleştirilen sanatsal ve kültürel etkinlikler Göksu'nun simgesi haline gelmiştir. Gerçekleştirilen seyirlik programlar buraya olan rağbetin artmasının altında yatan en güçlü sebeptir. Göksu deresinin bir başka simgesi de dere boyunca arz-ı endam eden sandal yığınlarıdır. Bu yığınlar arasında zaman zaman yerini alan saltanat kayıkları da tarihsel önemi haiz bir başka önemli noktadır. Bu sandallar içi kadife kumaşla döşenmiş ve üç kürekçi tarafından çekilen sandallardır. Saltanat mensupları Göksu'daki bu canlılığı paylaşmak üzere buraya gelirlerdi. Bu bağlamda Sultan Abdülmecid'in torunu Mevhibe Hanım'ın hatıratında aktardıkları çok bilgilendiricidir. Hatıratlar tarihin en canlı ve sıcak tutanaklarıdır. Bu nedenle bir sosyal tarih araştırması yapmanın olmazsa olmaz şartı hatıratların rehberliğine başvurmaktır.

Burada yaptığımız kuşkusuz kapsamlı bir sosyal tarih çalışması değil. Ancak yine de elimizdeki bazı hatıratlara değinmekte yarar var. Mevhibe Hanım, Göksu'ya saltanat mensuplarının duydukları sevgiyi şu cümlelerle anlatmakta ve dönemin Göksu alemlerine ışık tutmaktadır: "Göksu alemleri veya gezintileri... Bu, muayyen bir zamana kadar bizler için bir muamma, yerine getirilmesi imkansız bir arzu, bir gezinti idi. Cuma ve Pazar günleri sarayın deniz tarafına bakan pencerelerinden birinin önünde oturur, Göksu'ya doğru süzülen kayıkları hayret ve gıpta ile seyrederdik. Nedense Göksu'ya gitmemiz için bizlere müsaade yoktu. Pencerenin önüne oturmuş, bu talihli insanlara bakarken kendimi bir mahpus addederdim. Günahımız neydi? Bizleri bu zevkten niçin mahrum ederlerdi? İşte Valide Paşa'nın üç çifte kayığı. Kenarlarından denize sarkan gümüş balıklar güneşin altında pırıl pırıl parlardı. İşte Naime Sultan, işte Zekiye Sultan, şahane kayıklarının içinde, en güzel feracelerini giymiş Göksu'ya doğru giderlerdi. (...) Bir iki kere babama 'biz de Cuma günleri kayıkla Göksu'ya gitsek' diyecek oldum, işitmediğim azar kalmadı. Annemi kışkırtır, babamı kandırması için ona yalvarırdım. Nihayet bir Cuma sabahı annem odama geldi. 'Muradına erdin, hazırlan, bugün öğleden sonra Göksu'ya gidiyoruz. Babanla konuştum. Cemile Sultan izin vermiş, çocuklar gidip gezsin, hava alırlar demiş' müjdesini verdi. (...) Nihayet hareket zamanı geldi. Rıhtıma indik. Üç çifte kayık emrimize amade, bekliyordu. Kayığın arka tarafına yeşil çuhadan bir örtü serilmiş, yastıklar konmuştu. Örtünün üzerinde hanedan tacı göze çarpıyordu. Hamlacıların yani kayıkçıların sırtlarındaki yeşil renkteki yeleklerin üzerinde de tacımız vardı. Babam selamlık tarafında rıhtıma inmiş, kayığa binmemizi bekliyordu. Kandilli'de akıntı fazla olduğu için haremağası kayığı tuttu, bir üçüncüsü de annemi ve beni kayığa yerleştirdi. Hareket ettik. Babam, rıhtımda durmuş bizi seyrediyordu. Önünden geçerken başımızı hafifçe eğerek selam verdik. O ise, 'geç kalmayın, zamanında dönün' diye bağırdı. Artık Göksu alemine bizde katılıyorduk. Aradaki mesafe kısa olduğu için çok geçmeden Göksu deresine girdik. Harap un değirmeninin karşısına, sahile yanaştık. Gördüğüm ihtişam beni hayrete düşürdü. Çeşit çeşit kayıklar, rengarenk kıyafetler, şemsiyeler, insanın gözünü alıyordu. Hemen hemen herkes bir birini tanımakla beraber, kimse kimseye selam vermezdi. Bir müddet orada durup etrafı seyrettikten sonra annem dönme zamanının geldiğini söyledi. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Canım biraz daha kalmak istiyordu. (...) Kandilli de Saraya yaklaşırken, rıhtımda bir aşağı bir yukarı dolaşan babamı gördük. Ateş püskürüyordu. Kayık rıhtıma yanaşır yanaşmaz yanımıza geldi, geç kaldığımız için beni biraz azarladı. Ancak bir daha gitmeyeceksiniz şeklinde yasak koyarak bizleri zevkimizden mahrum etmedi. Artık aşağı yukarı her hafta Göksu'ya gitmeyi adet edinmiştik. Bazı günler (Piyade) denen bir çifte kayığa biner onunla Göksu'ya giderdik. Fakat ben bundan katiyen hoşlanmazdım. Çünkü, Piyadeye bindiğimiz zaman muhakkak kayığın arkasına bir haremağası oturturlardı."

Göksu'daki sandal gezintileri ile ilgili olarak o dönem Osmanlı topraklarında bulunan İngiliz Lady Dorina Neave'nin şu sözleri de bir Batılı gözüyle Göksu'daki sandal gezintilerinin nasıl değerlendirildiğini göstermesi açısından oldukça ilginçtir. Lady Dorina Neave'nin sözleri dönemin Beykoz'undaki gündelik yaşamın işleyişine dair de ayrıntılı bilgiler ihtiva etmektedir. "Geçen asrın sonlarına doğru o zamanki adetlere göre, Türk hanımlarının yapabilecekleri güzel yaz gezmelerinden biri Cuma günleri Göksu'ya gitmekti. Burası çok rağbet gören bir buluşma yeri idi. Ecnebiler ise kendilerine pek yakışan yaşmaklı milli kıyafetleriyle yakından görmek imkanını bulurlardı. Yaşmağın tülü güzelliklerini gizler, yalnız cazip gözler görünürdü. Kürekçiler, bol beyaz pantolon, zengin işlemeli cepken beyaz gömlek ve mutlaka kırmızı fes giyerlerdi. İki veya üç çifte kayıklardaki hanımları dereden içeriye veya dışarıya doğru gezdirirlerdi. Beyler ise hanımların kayıklarını cesaret edebildikleri kadar yakından takip ederlerdi. Bu Cuma gezmelerinde romantik ilişkiler kurulurdu. Fakat, polis dereyi kontrol altında tutar, erkeklerin hanımlara söz söylemesine engel olmak için dikkat kesilirlerdi. Bazen dere o kadar kalabalık olurdu ki, yol almak için yandaki kayığı elle geri itip ilerlemekten başka çare kalmazdı. Böyle zamanlarda hanımların kayığının yanından geçen erkeklerin eldivenli bir ele yazılı bir pusula verdikleri görülebilirdi. Şehzadelerden biri, mevkiine güvenerek yaşmaklı bir güzele fazla ilgi gösterirlerse, polis suçluyu cezalandırmaya çekinir, ancak; can sıkıcı bir usule başvurarak, bütün kayıkların dereden çıkmasını emrederdi. Böylece cinsi latife aşırı derecede hayranlık göstermiş olan birisinin yüzünden kabahati olmayan gezenlerin hepsi, hepimiz, dereden uzaklaştırılmış olurduk."


1806-1862 yılları arasında yaşayan tanınmış İngiliz yazar Miss Julia Pardoe, 1835 yılında İstanbul'a gelmiş ve İstanbul'un güzellikleri karşısında gözleri kamaşmıştır. Gerçek amacı Yunanistan, İstanbul ve Mısır'ın gezmek olan Julia Pardoe İstanbul'a gelince kararını değiştirmiş ve bir başka yere gitmeyi düşünmeyerek burada dokuz ay kalmıştır. Sultan II. Mahmud'un saltanat sürdüğü bu dönemde Julia Pardoe, İstanbul'un mesire yerlerini, anıtları, çarşıları gezmiş, bayram alaylarına ve Saray'ın düğün alaylarına katılmış, devlet kademesinden çeşitli isimlerin konaklarına misafir olmuştur.

İstanbul'daki anılarını ve gezi notlarını yayımlayan Julia Pardoe, Türkçe'ye 18. Yüzyılda İstanbul ismiyle çevrilen The Beauties of Bosphorus adlı kitabında Göksu'ya şu satırlarla anlatır: "Vadinin kendisi çok güzeldir; çimenler kentin başka hiçbir yerinde olmadığı biçimde parlak ve boldur. Yazın, tatil günü olan Cuma günlerinde her sınıftan insan, akan dere, çiçekler, yapraklar ve güneşin tadını, büyük bir zevkle ve ancak Doğuluların yapabileceği bir şekilde çıkarırlar. Hızlı atların çektiği uçları yaldız püsküllü, rengarenk ipekli kumaştan gölgelikleriyle yaldızlı boyalarla boyanmış faytonlar; ve şık giyimli kürekçilerinin sayısının, sahiplerinin rütbe ve servetlerini belirttiği kayıklardan her an yolcular çıkıyor; asil ağaçların kalın dalları minderler ya da halıların üzerine çömelmiş olan ve hizmetkârlarının kendilerine hizmet ettiği, müzikleri karşılığı para ve övgü toplayan Eflak ya da Bulgar müzisyenleri saatlerce dinleyen, kara gözlü Bohemyalı çiçekçi kızların anlamlı biçimlerde düzenlemiş olduğu çiçeklerden satın alan, ya da İslavlar'ın danslarını seyreden beyaz fareceli kadınları güneşten koruyor. Orada burada, kalabalıktan biraz uzakta zarif bir şekilde romalka yapan Rumlar var. Gruplar halindeki güzel çocuklar, su satıcıları ve satıcılar çimenlerde dolaşıyor ve her taraftan gülümsemelerle karşılanıyorlar. Kısaca, büyüleyici bir sahne ve fayton ve kayığa binmeyecek kadar fakir olanlar, burada kendilerine bir yer kapmak için kızgın güneşin altında şehirden buraya yürümeye razılar."


Göksu, Türk musiki tarihinin çok önemli değerlerinden olan "Deniz Kızı Eftelya"ya da ev sahipliği yapmıştır. 1930'lu yıllarda Anadoluhisarı'na gelin gelen Ferda Kazancıbaşı, Göksu'yu ve Deniz Kızı Eftelya'yı şu satırlarla anlatmaktadır: "Gelin geldiğim dönemler boğaz sefası olarak tanımlanan Göksu alemlerine tanık oldum. Genelde mehtabın ondördüne tesadüf eden yaz geceleri seçilirdi. İrili ufaklı teknelerin oluşturduğu büyük bir kalabalık, önce Göksu deresi içinde toplanır ve daha sonra saz heyetinin çekirdek teşkil ettiği büyük bir kalabalık halinde denize açılınırdı. Göksu deresinden boğaza açılma tamamlandıktan sonra Türk musikisinin ustalarının seslendirdikleri kültür ve sanat zenginliklerimizin en güzel besteleri mehtaplı yaz gecelerinde boğazın her iki kıyısının dağlarında çın çın yankılanırdı. (...) Bir gün hiç unutmadığım bir olay yaşadım; Gene mehtabın ondördüne tesadüf eden yaz gecelerinden birinde biz de diğer alem mensuplarında olduğu gibi gündüzden zeytinyağlı yemeklerimizi hazırladık ve akşam üzeri eşim ile birlikte Göksu Çömlekhanesine yakın bir yerde çekili olan sandalımızı dereye indirdik. Dere ağzına doğru ilerlerken sandallar çoğalmaya (...) başladı. Şimdiki dere kahvesinin bulunduğu yere varmış idik ki, bu noktada (Alamana) adı verilen iki büyük tekneyi yan yana getirdiklerini, her ikisinin de üzerlerini kalaslarla örterek müsait bir sahne haline getirdiklerini ve bu sahnenin üstünde Saz Heyeti ile birlikte (Deniz Kızı) olarak bilinen (Eftelya) adındaki ses sanatçısının aleme hazır vaziyette olduklarını gördüm. Deniz kızı Eftelya'nın bulunduğu ve iki alamananın birleştirilmesinden oluşturulan sal'ın da romörk gibi kuvvetli bir çekiciye bağlanmış olduğunu gördüm. Bu esnada sandallar o kadar çoğalmışlardı ki, kürek çekebilmek çok sıkışık şartlarda bir hayli zorlaştığından sandalcıların ayağa kalkarak kürekleri suya dikine daldırıp (Tabancalama) adı verilen bilek hareketleri tekniği ile sandallarını ancak hareket ettirebiliyorlardı. Artık hava iyiden iyiye kararmıştı ve yerini mehtabın kurşuni aydınlığına terk etmişti ki, Göksu deresinin sandal istiabı son haddini bulmuş ve alem yavaş yavaş denize doğru açılırken saz heyeti icra'ı ahenge başlamıştı. Boğazın hisar yalılarının önlerine gelindiğinde dikkatimi çeken önemli bir husus, Deniz Kızı adı verilen Eftelya'nın mikrofon gibi ses güçlendirici aletlerin henüz ortaya çıkmadığı o dönemlerde sanki mikrofon desteği var imiş gibi sesinin müstesna gücü idi. Eftelya'nın muhteşem sesi boğazın iki kıyısındaki dağlarda çin çin yankılanıyordu. Eftelya'mn bulunduğu teknenin etrafi ise büyük bir sandal yumağı haline gelmişti. Alamanları çeken romörk ise çok ağır seyir ederek kürekli teknelerin hızına uyum sağlıyordu. Denizin üzerindeki sandallardan oluşan büyük grup Kanlıca'yı biraz geçtikten sonra akıntının çatal yaptığı burundan itibaren İstinye istikametine doğru açıldılar ve bir anda kayboldular. Arkalarından biz de aynı şekilde İstinye istikametine doğru vurduk ve bizden geride kalan sandallardan koptuk. Fakat Rumeli yakası dolaylarına varıldığında yer yer kopmalar halinde üçlü beşli muhtelif gruplara ayrılan büyük sandal yumağı tekrar birbirlerini bulup Deniz Kızı Eftelya'nın teknesi etrafında birleştiler. Mehtap ise o kadar parlak idi ki, boğazın iki yakasındaki dağlar ve denizin yüzeyi kurşuni renkte bir aydınlıkla sanki gündüz gibi idi. Alemi oluşturan sandallar ise mehtap aydınlığında rahatlıkla seçilebiliyorlardı. Saz heyeti ise Türk musikisinin o akşam için seçilen parçalarını büyük bir ustalıkla icra ediyorlardı. Eftelya ise, zengin şarkı repertuarını hiç yorulma bilmeden sürdürüyordu." Kazancıbaşı, Eftelya'nın hikayesine şunları da eklemektedir: "İstiyoruz ki boğaz sefalarında bu denli öneme sahip, Türk musikimizin bu sesinden biraz bahsedelim. 1891'de İstanbul'un Büyükdere semtinde doğan Eftalya, yine aynı şehirde 15 Mart 1939'da ölmüştür. Jandarma yüzbaşısı Yorgaki Efendinin kızıdır. Babası musiki seven bir adammış. Evine gelen konuklar için saz çalar, genç Eftalya da babasının sazı eşliğinde şarkı söylermiş. Deniz kızı lakabının ise ilginç bir öyküsü vardır: Eftalya Hanım genç kızlığında, sıcak yaz gecelerinde bazan babasıyla bazan da tek başına sandalla denize açılırmış. Mehtabiye denilen musikili boğaz gecelerinin bu yüzyılın uzantısı sayabileceğimiz bu sandal sefalarında Eftalya gece boyunca şarkı söylermiş. Halk gece karanlığında yüzünü göremediği, sadece güzel sesini uzaktan duyabildiği bu esrarengiz genç kıza Deniz kızı adını takmışlar."


Deniz Kızı Eftelya'ya ev sahipliği yapan ve onun güzel sesiyle şenlenen Göksu birçok güzel besteye ilham kaynağı olmuş bir mekandır. Göksu için Sultan II. Mahmud'un şu güftesi meşhurdur:


Göksuya gel ey servinaz
Dibesteler eyler niyaz
Bülbüller oldu namesaz
Güller açıldı geldi yaz


Aynı şekilde Acemşiran makamında söylenilen, güftesi Faruk Nafiz Çamlıbel'e, bestesi Arif Sami Toker'e ait olan şu şarkının sözleri de Göksu için yazılmıştır:


Gam çekme güzel ne olsa baharın sonu yazdır
Sevdaların en coştuğu yer şimdi Boğazdır
Tekrar ediyor söylediğim şarkıyı dağlar
Körfezde kopan kahkahalar Göksuda çağlar

Anadoluhisarı'ndaki bir diğer mesire yeri Küçüksu'dur. Burası da Göksu bölgesine benzer özelliklere sahip nadide bir güzelliktir. Küçüksu bölgesinin simgesi, Göksu deresinin suyu ile yetişen iri taneli Göksu mısırı ile mısır kazanlarıdır. Küçüksu da tıpkı Göksu gibi Patrona Halil İsyanı'nın ardından tercih edilen bir mesire yeri olmuştur. O dönemden sonra en zor tarihi anlarda dahi gözlerden düşmemiştir Küçüksu. Birinci Dünya Savaşı'nın devam ettiği yıllarda, Fahri Kopuz tarafından kurulan Darüttalim'i Musıki Heyeti'nin verdiği müzik ziyafetine ev sahipliği yapmıştır Küçüksu. Darüttalim'i Musıki Heyeti, Türk müziğinin zenginliğini Batı müziğinin çok sesli yapısı ile birleştirebilmeyi başarmış ve  yedi kişilik bir oda orkestrasından beklenmeyecek derecede kaliteli bir müzik ortaya koymuşlardır. Bu dönemde Almanya ile Osmanlı Devleti arasındaki askeri ve siyasi ittifak, her iki devlet tarafından kültürel bir alışverişe de dönüştürülmek istenmiş, bu doğrultuda Darüttalim'i Musıki Heyeti iki kez Almanya'ya gitmiş ve Almanya'da büyük takdir görmüştür.


Haluk Şehsuvaroğlu'nun Asırlar Boyu İstanbul isimli eserinden öğrendiğimiz kadarıyla Küçüksu, Osmanlı sultanlarının da rağbet ettikleri bir mesire yeri olmuştur. Örneğin Sultan Abdülmecid yedi çifte koşlu kayığı ile buraya gelmekte ve Küçüksu Kasrı'na yerleşip buradan Küçüksu'daki meşhur müzik ziyafetlerini dinlemektedir.


Küçüksu Kasrı, Sadrazam Divittar Mehmet Paşa tarafından 1751-1752 yıllarında yaptırılmış ve yapımında bütünüyle ahşap malzeme kullanılmıştır. Günümüze dek gelen eşsiz güzellikteki Küçüksu Kasrı, bugünkü şekline Sultan Abdülmecid tarafından 1857-1858 yıllarında kavuşturulmuştur. Dış cephesi ağır kabartmalarla süslü olan ve iç mimarisi göz kamaştırıcı bir yapıya sahip bulunan Küçüksu Kasrı'nın mimarı Nikagos Balyan'dır. Bilindiği gibi Balyan ailesi modern Osmanlı ve Türk mimarisinin birçok gözde yapısını tasarlamıştır. Bu bağlamda Küçüksu Kasrı Türk mimari tarihinde oldukça sembolik bir yere sahiptir. Sultan II. Mahmud'un, Ramazan aylarında Cuma günleri selamlık resminden sonra kendisine dinlenme mekanı olarak seçtiği Küçüksu Kasrı, pek çok devlet adamına da ev sahipliği yapmış, birçok önemli resmi ziyafet şöleni burada verilmiştir. Halihazırda Milli Saraylar'a bağlı olan Küçüksu Kasrı, arzu edenlerin gezip görebilecekleri şekilde dizayn edilmiştir. Küçüksu Kasrı'nın hemen yanında ve deniz kıyısında yer alan Mihrişah Sultan Çeşmesi ise 1806 yılında Sultan III. Selim tarafından annesi Mihrişah Sultan'a sunulmak üzere yaptırılmıştır. Ampir usulü ile tasarlanan çeşme, dört yüzü olan bir meydan çeşmesi niteliğindedir. Boğazın bu nadide köşesinde yer alan bu güzel çeşme çok çeşitli defalar ressamların tablolarını süslemiştir. Mihrişah Sultan Çeşmesi'nin dört yüzünde de Hatif Mehmed Efendi tarafından yazılan otuz iki mısralık bir kitabet bulunmaktadır.


Küçüksu Kasrı'nın dışında Anadoluhisarı'nda birbirinden güzel birçok yalı daha bulunmaktadır. Her ne kadar bu güzel yalılardan önemli bir kısmı bugünlere kadar gelememiş, tarih kayıtlarında kalmışsa da yine de onlardan bahsetmek Anadoluhisarı'nın tarihsel kimliğini deşifre etmek açısından yararlı olacaktır. Böylelikle, bir diğer yandan bugün harabe durumunda olan bazı yapılara, sağlıklı bir tarih bilinciyle sahip çıkılabilmesi de imkan dahilinde olabilecektir. Bu bağlamda zikredilmeye değer çok önemli bir yalı Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı'dır. Köprülü ailesine mensup bulunan ve 1697 yılında sadrazamlık görevine getirilen Hüseyin Paşa'nın yaptırdığı bu yalı, 1699 yılında imzalanan Karlofça Anlaşması vesilesiyle Nemçe Sefiri'ne verilen ziyafet başta olmak üzere birçok tarihi hadiseye tanıklık etmiştir. Maalesef bu yalı şu anda kaderine terkedilmiş durumdadır ve doğanın tüm acımasızlığına rağmen direncini yitirmemekte ve geçmişine saygılı kişilerin yardımsever ellerinin kendisine uzanmasını beklemektedir.


Anadoluhisarı yalıları içerisinde Bahriyeli Sedat Bey yalısı kayda değer bir yalıdır. Halihazırda restorasyondan geçen yalının kuzeye bakan kısmı selamlık, güneye bakan kısmı ise harem olarak tasarlanmıştır. Bu yalının ilk olarak Mustafa Reşid Paşa tarafından yapıldığı iddia edilmekte ise de bu konuda net bir bilgi mevcut değildir. Yalının yapılışı ile ilgili birbirinden farklı rivayetler aktarılmaktadır. Bir rivayete göre de yalı II. Abdülhamid tarafından Bahriye Nazırı Sedat Bey adına inşa ettirmiştir. Bir başka yalı da Fuat Paşa Yalısı'dır. Bu yalı da yıkılmış ve bugüne gelememiştir. Anadoluhisarı önünde bulunan Köseciler Yalısı'ndan da bahsetmek gerekir. Yalının kayıkhanesi hemen alt tarafındadır ve şu anda önüne rıhtım yapıldığı için bu kayıkhane işlemez duruma gelmiştir. Kayıkhanenin üzerinde sonradan balkon haline getirilmiş bir kısım ve onun da üstünde ikinci kat çıkması mevcuttur. Bunun yanında bir subay çocuğu olan ve Dolmabahçe, Ayasofya ve Sultanahmet gibi büyük camilerde vaizlik yapan ve İslam akaidi üzerine kitaplar yazan, Eşref Edip'in çıkardığı Sebilürreşad dergisinde yazılar neşrederek II. Meşrutiyet dönemi düşünce dünyasına katkılarda bulunan Manastırlı İsmail Hakkı Efendi tarafından yaptırılan İsmail Hakkı Efendi Yalısı da zikredilmelidir. Bu yalının hemen bitişiğinde Halveti tarikatı şeyhlerinden Talat Efendi'nin bir yalısı bulunmaktadır. Onun yanında Pembe Yalı olarak bilinen görece daha küçük, iki katlı bir yalı daha bulunmaktakdır. Bu yalı İlyas Bey Yalısı olarak bilinmektedir. Bahsedilmesi gereken bir diğer yalı da Komodor Remzi Bey Yalısı'dır. Bu yalının 1717 yılında inşa edildiği öne sürülmektedir. Bu yalının önemli bir özelliği ünlü ressam Feyhaman'ın bu yalıda kiracı olarak ikamet etmiş olması ve birçok resmini burada yapmış bulunmasıdır

BEŞİKTAŞK



Kahrolsun uyuyunca geçmeyen bazı şeyler..

Simurg


BEŞİKTAŞK



Kahrolsun uyuyunca geçmeyen bazı şeyler..

Onur*

duymadığım kalmadı; kalmayanı duydum aklım almadı..!

Simurg


BEŞİKTAŞK



Kahrolsun uyuyunca geçmeyen bazı şeyler..

Tassadar

Deli'nin yolladığı illüstrasyon çok güzel yahu.
Bir zamanlar ne imiş,şimdi ne olmuş...
Anıtlar müdürlüğü bizim stadla uğraşacağına buralara el atsa ya...

Rumeli Hisarı çok daha bakımlı ve eski halini koruyabilmiş vaziyette...
Bu sene BJK şampiyon.

Delirdik

Hisarda yapıLan tek çaLışma var o da Beykoz'un aLt yapısı güçLendiriLiyor onun çaLışması..
Hisar Allaha emanet vaLLa
| җ  ģǿĸнªп  җ | Beşiktaş'ım oLey


* Şampiyon BEŞİKTAŞ.!

keskinli

paylasim icin tesekkürler
+rep
yazi cok uzundu okuyamadim valla :)
emegine saygisizlik olmasin ama sadece resimlere bakabildim ancak
Ölürüm Beşiktaşım,ZehirimSensin
Evvelim Sen Oldun,Ahirim Sensin